Buradaki fotoğraflar Eda Sayın tarafından çekilmektedir. Kendisi benim arkadaşım olup, sevimli birşeydir. Ha evet yanda duran ta kendisi... Konuşurken bana resimlerine bakmamı söyledi. Resimleri görünce her birinde bir hikaye belirdi kafamda... "Hadi gel.." dedim, "şunlara bir blog yapalım". Kabul etti. Bu blogtan bir sergi açana kadar görüşemeden, uzaktan çalışabiliriz ama yoğunluktan... Yani bunlar biraraya gelip çıkardığımız çalışmalar değil. Ama sergi açılış günü kahvesini ben ısmarlayacağım. Söz valla Eda...

30 Ekim 2010 Cumartesi



Hayatın kendisi değil mi sence bu resim?
İşte hep bahsettiğin hayatın taşlı yolları,
Ucunda ışığın gözüktüğü uzun tünel
Ve ulaşılmaya çalışılan o ışık (umut)…
Karanlıkta kalmış bir beden ve beyin,
Onu izleyen gölgeler geçmişinden,
Sırtında benliğinden taşıdığı yükler,
Yüklerini yüklediği sorunlar çantası…
Tünelin sonundaki ışığa yaklaştıkça,
Daralıyormuş gibi gözüken duvarlar…
Hedefe yaklaştıkça beyne aldatmaca,
Gözlere oynanan bir illüzyon daralması…

3 Ekim 2010 Pazar


Hayatına, bir de parmağına takma hayalini kurduğun yüzük içinden bir bak. Benim buradan görebildiğim şey ile senin yüzüğün diğer tarafından görebildiğin şey arasında hiçbir fark yok. Ban sana buradan bakarken tek gördüğüm bana bakan bir göz iken, sen de oradan bana bakarken sana bakan tek göz göreceksin. Diğer gözümüz ise kapalı olacak. Görmeyi ve bakmayı bırakacak hayatın diğer anlamlarına, keyiflerine… O hayalini kurduğun yüzüğün içi dolunca da, ne ben senin tek gözünü görebileceğim yüzüğün içinden, ne de sen benim… Her ikimizde, iki gözümüzün de kapandığını zannedeceğiz. Halbuki, gözlerimiz açık ama birbirimize içinden baktığımız yüzük dolu olacak. Çoğu evlilik işte bu şekilde gerçekleşiyor. Yüzük sevdası ile tek gözümüzü kapatıyoruz ve kalan gözümüzle bakıyoruz hayata ve karşımızdakine… Sonra içinden baktığımız yüzüğü parmağımıza geçirince ve yüzüğün içini doldurunca, her iki gözümüzü de kapatıyoruz birbirimize… Ve görmüyoruz hiçbir şeyi… Şimdi git bir yüzük al kendine ve bakmayı dene içinden karşındaki sevdiğin kişiye… Gördüğün şey sadece gözü ise, boş ver evliliği… Unut. Ama yüzüğün içinden bakarken, dikkatini yüzüğü tutan güzel parmakları, kaşının kalemle çizilmiş tablo gibi olan güzelliği, gözünün aslında tek renkten değil, kenarlarında beyazları da bulunan iki renkten oluştuğu, kirpiklerinin göz güzelliğine katkıda bulunduğu, burnunun yan kavisinin hep öpmek istediğin yer olduğu, ileride alnında oluşabilecek kırışıklıkların da sevilebileceği gibi düşünceler geçiyorsa aklından ve onun da böyle düşündüğüne eminsen, hemen git al en güzel yüzüğü ya da kabul et sana alınmış en güzel yüzüğü… Ama tüm bunlardan evvel, bir bakın o yüzüğün içinden birbirinize ve yazın aklınızdan geçenleri… Bakış açılarınız uyuyorsa, doldur yüzüğün içini… Yazdıklarınız farklıysa, iade edin kuyumcuya, belki başkaları hak eder, küçük bir ihtimal de olsa, o yüzüğü takmayı parmaklarına…

21 Eylül 2010 Salı

Balıkçı tekneleri buradan ayrıldı sabah, ”heyamola” diyerek… Küreklere asıldılar koydan vira… Şimdi liman sakin, sular masum… Yağan yağmurla ıslanmış bu yalnız ahşap iskelenin, artık çürümeye yüz tutmuş tahtaları, yılların yükünü bağırıyor benim gibi… Sabahki dalgaların taşıdığı köpükler kalmış üzerinde acı, tuzlu tadı… Başım önümde eğik, babamı her sabah buradan yolcu ettiğimdeki gibi… Yalnız ve ıslağım, ahmak ıslatandan… Büyüyeceğim ve ben de küreklere asılacağım buradan şanlı bir balıkçı gibi, bu hain denizin ortasına gelince atacağım oltamı ve “rastgele” diye bağıracak Hüseyin az ötedeki sandaldan… Büyüyeceğim ve sana hakim olacağım deniz, senin efendin olacağım. Şimdi beni yendin deniz, yalnız bıraktın burada, ama bir gün dalgalarınla boğuşup, seni alt edeceğim. Çıkaracağım acısını bu yalnızlığın ve ahmak ıslatanın… O gün kim ahmak göreceğiz.  Küreklerimle yaracağım dalgalarını, sandalımla üstünden geçeceğim hiç acımadan. Oltamla alacağım içindeki canları teker teker… Ta ki yitene kadar, kalmayıncaya kadar tek bir canlı içinde… Sen benim canımı aldın, babamı aldın, ben de senin canını alacağım deniz… Bekle beni, büyüyorum, büyüyeceğim.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Yorulmuşluklar var, yolun yarısında hayatımın ve herşeye turşu aklımda...
Şu deniz kadar parlak, coşkulu ve temiz olamadım ve değilim de hala...

Güneş son ışıklarını vururken denizin yüzüne, es geçiyor hep beni...
Karanlığa gömüyor her sahte yaşanan günün, ürkek ve soğuk gecesini...

Bu yarım dünyada, şu iskelenin ucundaki kadın gibi yalnız ve belirsizim.
Dalgalarla dost, güneşle düşman, hayatın kenarında ve artık sabırsızım.

Soğuk denize adımlarımı atarken tek tek ve ürkek şekilde basamaklardan,
Ay ışığı sonatı kulaklarımda, piyano eşliğinde yükseliyor "adagio" hayatımdan...

Yoksa bu mutluluk da, ben mi anlamıyorum şu tablodaki yarım dünyayı...
Eğer öyleyse neden çalmıyorsun, 9-8’le hayatımı Beethoven, çal neşeye şarkıyı...



16 Eylül 2010 Perşembe

Bu şehrin iki yüzü var. İki ruhu… Bazen gördüğün gerçek olmayabilir. Gündüz, ruhunun üstüne fiziki görünümü çökmüş olabilir. Ve sen gezinirsin bu görüntünün içinde… Kuş olup uçsan da tepeden bakmak için şehre, görünmez ikiyüzlülüğü bu şehrin… Ve zamanla sen de ikiyüzlü olursun bu şehirde… Yutar senin de ruhunu… Gölgeler içinde yürümeye başlarsın. Baktığın yerlerde imajlar belirir gözünde…  Kuş gibi uçmak istersin üzerinde pervasızca… Boğazın üzerinde dolanırsın, parlament mavisi gökyüzünü fona alarak… Köprülerin bir altından geçersin, bir üstünden…  Akar gider hayat da, trafik de…  Gölgeler takip eder seni gün boyu…

Gecenin mavisi, gecenin siyahı ile arkadaş olurken, kaybolur gölgeler...  Ortaya çıkan ışıklar, örter tüm günahlarımızı… Kaptırırız kendimizi rakısına ve akışına gecenin… Hayaller belirir, belli belirsiz… Kuş hala uçmaktadır ışığa doğru her yerde beliren yavaş yavaş, çılgına dönerken şehir… Kuş ta çılgına döner ışıktan ışığa… Bırakamaz bu şehrin ne gecesini ne gündüzünü… Saraylarına yandığım, kıyılarına vurulduğum, her şeyde ve herkes de olduğu gibi ikiyüzlülüğünü sevdiğim şehr-i İstanbul, ne kadar harika ikiyüzlüsün sen…

14 Eylül 2010 Salı

Bu yıpranmış resimdeki bina kadar eski ve siyah-beyaz olduk artık biz de… Piksel piksel yaşıyoruz sevgiyi seninle... Eski bir makine ile uzaktan çekilmiş, net olmayan bir fotoğrafız biz... Tek bir ışık var önümüzde, eski ve siyah-beyaz apartmandan içeri girerken, bizi ve geçmekte olduğumuz sokağı aydınlatan, fotoğrafta flaş patlamış gibi anlık... Apartmana girince az sonra, ben düğmeye basacağım, o da sönecek ve karanlıkta kalacak resim, apartman ve biz… Tam da merdivenleri çıkmaya başlamadan... Biliyorsun basacağım o düğmeye... Çünkü ben sevmem gece ışıkları açık bırakmayı ve gece oldu bizde de, sevgimizde de…

12 Eylül 2010 Pazar



“Anne bu amcanın sattığı pamuk şekeri, böyle güneşin batarken pembeye boyadığı bulutlardan mı yapılıyor?” diye sormuştum sana… Hani sen de bana bulutları yememin imkansız olduğunu söylemiştin. Benim hayallerimi yıkmıştın. Bak göğe, işte saf pamuk şekeri tarlası gibi değil mi? Şimdi haydi, bana biraz topla da getir anneciğim. Sen gökteymişsin, babam bana öyle söyledi. Haydi topla tarladan pamuk şekerlerini de getir bana… Kırma benim hayallerimi bir kez daha…